Günümüzün yaşam tarzındaki umursamazlık ve kayıtsızlık psikolojisi, her konuda olduğu gibi dini anlayışa da yansımış vaziyettedir. Gündelik hayattaki gözlemlere dayanan ve oldukça yaygın olan bir anlayışa göre İslam; ihtiyar insanların, orta yaşlıların, arasıra evlere gelip mevlüt okuyan hocaların ya da cuma günleri Yasin-i şerif okuyan yaşlı hanımların dinidir. Bu anlayışın bir sonucu olarak, dinin; insanların ölüme yaklaştıkları dönemde ya da üzüntü ve sıkıntı anlarında ihtiyaç duydukları bir rahatlama fırsatı, huzur ve teselli vasıtası olduğu düşünülmektedir. Bu çarpık mantığa göre daha genç yaşta, yani tam dünyanın nimetlerinden faydalanılacağı bir dönemde, dini yaşamaya başlamak, ölmeden önce mezara girmek gibi birşeydir. Eğer kişi tüm bunlara rağmen dine olan inancını ve saygısını koruyabilmişse, yapacağı en iyi niyetli hareket, onu ilerdeki yaşamına ertelemektir.
Diğer birçok konuda olduğu gibi burada da sorun, İslam hakkındaki bilginin Kuran'dan değil de, çevreden, aileden ve dededen edinilmiş olmasından kaynaklanır. Oysa Kuran'da anlatılan gerçek İslam sadece yaşlandıktan sonra yaşanacak bir din değildir; tam aksine, insanı iyiyle kötüyü ayırt etmeye başladığı yaştan itibaren sorumlu tutmaktadır.
Oysa yaşlılık; dinin tam olarak uygulanacağı değil, belki de hastalıklar, bedeni zayıflıklar nedeniyle insanın birçok ibadeti yerine getiremeyeceği, sorumluluğunun çok aza ineceği bir dönemi oluşturmaktadır. Gençlik Allah'ın insana verdiği en büyük nimetlerin başındadır. Gerek fiziksel, gerekse zihinsel yönden insanın en yüksek verime ve kapasiteye sahip olduğu bu dönemde Allah'ı unutması, yapabileceği en büyük nankörlüklerden birisi olacaktır. Allah'ın Kuran'da farz kıldığı ibadetleri, iyiliği emredip kötülükten men etmeği, İslam esaslarını ve ahlakını insanlara bildirmeyi, Allah'ın şanını yüceltmeyi vb. çok önemli hükümleri genç, güçlü ve sağlıklıyken yerine getirmeyen bir kimse, yaşlılıkta bunları nasıl yapabilir? İslam'ın "yaşlılar dini" olduğu safsatasının tam aksine, Allah Kurasn'ın çeşitli yerlerinde inanmış, Kendisine gönülden bağlanmış gençlerden övgüyle bahsetmektedir:
“O gençler, mağaraya sığındıkları zaman: "Rabbimiz, katından bize bir rahmet verip (kutlu amacımıza) ulaştır ve şu işimizden (dolayı sıkıntılarımızı kaldırıp) bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl)” diyerek (yalvarmışlardı).”
“Böylelikle (o) mağarada nice sayılı yıllar (boyu kalmışlardı), Biz onların kulaklarına (ağırlık) vurduk (derin bir uykuya yatırdık).”
“Sonra (mağaradaki) iki gruptan, hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.”
“Biz Sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Onlar hakikaten Rablerine iman etmiş gençler takımıydı (dinleri ve davaları için zalim düzene uymayıp kaçmışlardı) ve Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık.”
“Onların kalplerini rabıta ile (sağlam münasebet ve muhabbetle Hakka) bağlayıp güçlü ve metanetli kılmıştık. (Kâfir ve zalim Kralın önünde) Kalkıp dediler ki: “Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasını İlah diye çağırmayız (ve sizin bâtıl yollarınıza uymayız. Şayet öyle yaparsak) gerçekten saçmalamış ve sapıtmış oluruz!” (Böylece Kralın ve adamlarının şaşkınlık ve sapkınlık içinde olduklarını vurguluyorlardı.)” (Kehf Suresi: 10-14)
Hz Musa'ya da kendi döneminde kavminin
bir kısım "genç"lerinden başkası iman etmemiştir:
“Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (bazı gençlerinden) başka -Firavun'un ve önde gelen adamlarının kendilerini belalara (fitnelere) uğratmaları korkusuyla- iman eden (kimse) olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorbaydı ve o gerçekten (azgınlaşıp) ölçüyü taşıranlardandı.” (Yunus Suresi, 83)
Kuran'da bahsi geçen peygamberlerin birçoğu genç yaşta bu önemli sorumluluğun altına girmişlerdi. Hz. İbrahim de bu mübarek insanlardan birisiydi. Henüz genç yaştayken çeşitli putlara ibadet ederek Allah'a ortak koşan kavmiyle mücadeleye girişmiş ve insanlar arasında tanınmaya başlamıştı. Öyle ki, kavminin önde gelen inkarcıları, "(İçlerinden birileri) “Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik (herhalde onun işidir)” demişlerdi. (Enbiya Suresi, 60)
Kuran'a göre insan akılca olgunlaştığı, şuuru açıldığı andan itibaren (akıl baliğ olunca) dini sorumluluk altına girer ve Kuran ahlakını yaşamakla yükümlüdür. Kuran'da bu sorumluluklarla ilgili herhangi bir yaş belirtilmemiştir. "Dini ilerde yaşarım" diyerek gençken din ahlakından bir hayat sürdürmeye razı olan bir kimsenin aslında beş dakika sonra dahi hayatta olacağına dair hiçbir garantisi yoktur. Allah bu konuyla ilgili şöyle buyurur:
“Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru (nasıl) yağdıracağını ve rahimlerde olanı (bebeklerin ana karnında nasıl şekilleneceğini, hangi karakter ve kabiliyet özellikleriyle gelişeceğini) bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını (nelerle karşılaşacağını) bilmez. (İnsanlardan) Hiç kimse hangi yerde (ve ne şekilde) öleceğini de bilmez. Hiç şüphesiz Allah (her şeyi hakkıyla) Bilendir, (her kişiden ve gelişmeden bütünüyle) Haberdardır.”(Lokman Suresi, 34)
Genç, güçlü ve sağlıklıyken Allah'ın davetine kulak vermeyenlerin, ahiretteki akibetleri Kuran'da şöyle tasvir edilir:
“Ayağın üstünden (örtünün) kayıp açılacağı (bütün gizli gerçeklerin ortaya çıkacağı) ve onların secdeye çağrılacakları gün (isteseler de artık bunu yapamayacaklar.) Çünkü hepsi (kendilerini ve avanelerini kurtarmaya) güç yetiremez (hale düşmüş durumdadırlar.)” (Kalem Suresi 42-43)
Bir de halk arasında, "gençken hayatımı yaşar, ölmeden önce de nasıl olsa tevbe ederim, hiç günahım kalmaz" gibi batıl bir inanış yerleşmiştir. Genelde bilgisizlikten ve dinden uzak bir yaşamdan kaynaklanan böyle bir zihniyet, Allah'a karşı çok büyük bir samimiyetsizliktir. Çünkü bu lafın gerçek anlamı: "Ben şimdi her türlü günaha girer, her türlü kötülüğü yaparım, Allah'ın sınırlarını dilediğim gibi çiğnerim. Daha sonra, hayatımın sonuna doğru da tevbe edip, ahiretimi de kurtarmış olurum" demektir. Halbuki "kalplerin özünde saklı olanı bilen" Allah, böyle samimiyetsiz bir zihniyetin başarıya ulaşamayacağını, böyle tevbelerin Kendi Katında geçerli olmayacağını önceden bildirmiştir:
(Yoksa) Ne, (bir sürü) kötülükleri yapıp-edip de, (sonra) onlardan birine ölüm gelip çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin, ne de kâfir olarak ölenlerin tevbesi (geçerli) değildir. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 18)
“Şimdi keyfimce günah işleyeyim, sonra tevbe ederim” gibi akıldan yoksun düşüncenin sahibi, Allah'ı gereği gibi takdir edemediği için, kendince Allah'ın kendisini bir tevbeyle mecburen affedeceğini ve cennete sokacağını zannetmektedir. Günlük hayatında yaptığı küçük uyanıklıklar, sahtekarlıklar gibi Allah'a karşı da sahtekarlık yapabileceğini düşünmektedir. Oysa sonuçta aldanan da, hüsrana uğrayan da elbette kendisi olur. Ummadığı bir anda ölüm onu hazırlıksız bir şekilde yakalar ve bunun geri dönüşü yoktur. Fakat buna rağmen hayatında sahip olduğu o sinsi zihniyetini de beraberinde taşır. Bu küstah, fakat, aynı zamanda da umutsuz çırpınış Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
“Şayet (o mücrim kulları) suçlu-günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz (dünyada inkâr ettiğimiz her hakikati artık bizzat) gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir ki salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” (diye yalvaracakları) zaman bir görsen, (onlar nasıl da pişman ve perişan bir durumdalardır.)Eğer Biz dilemiş olsaydık, (elbette herkese) her bir nefse kendi hidayetini verirdik. (Ancak imtihan için insanları Hakk ile Bâtıl arasında serbest bıraktık.) Fakat Benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: “Andolsun, cehennemi cinnlerden ve insanlardan (inkâr edenlerle ve zalimlerle) tamamıyla dolduracağım.”“Öyleyse bu (azap) gününüzle karşılaşmayı unutmanıza (küfür ve kötülüklere dalmanıza) karşılık azabı tadın (bakalım)! Biz de şimdi gerçekten sizi unuttuk; (unutacağız ve cehennemde kendi halinize bırakacağız,) yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın!” (buyrulacaktır.)” (Secde Suresi, 12-14)
Allah iman edenlerin, geri dönüşü ve telafisi mümkün olmayan böyle kötü bir duruma düşmemeleri için nasıl bir tutum izlemeleri gerektiğini çeşitli ayetlerde açıklar:
Herhangi birinize ölüm gelip de: “Rabbim! Ne olursun, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen de, (İslam'ı bütünüyle) tasdik edenlerden ve (malımı İslam ve insanlık uğrunda harcayıp) sadaka verenlerden ve (her türlü küfür ve kötülükten uzaklaşıp) salih amel işleyenlerden olsam!” diye (boşuna yalvaracağı ve bu dileğinin asla kabul olunmayacağı gün) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edip (harcayın. Her çeşit imkân ve fırsatı hayır ve hizmet yolunda kullanın.)
(Çünkü) Allah, kesinlikle kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi erteleyip (ömrünü uzatmayacaktır). Allah, yaptıklarınızdan (bütünüyle) Haberdardır (niyetinizi de, mahiyetinizi de elbette bilip durmaktadır). (Münafikun Suresi, 10-11)
“Ey ehli iman! Allah’tan (hakkıyla) korkup (günahlardan çekinin) ve herkes yarın (ahiret) için ne (gibi amel hazırlayıp) gönderdiğine bakıversin. Allah’tan (emirlerine muhalefetten ve hükmüne itirazdan) korkup (her türlü küfür ve kötülükten) vazgeçin. Zira Allah her yaptığınızdan hakkıyla Haberdardır. (Bütün amellerinizi görmekte ve niyetlerinizi bilmektedir.)” (Haşr Suresi, 18)
Dikkat edilirse buraya kadar ele aldığımız zihniyet Allah'ı tamamen inkar etmeye değil, fakat "Allah'ı gereği gibi takdir edememe"ye ve bunun sonucu olarak "Allah'tan gereği gibi korkup sakınmama"ya dayanmaktadır. Allah'ın varlığını kabul etmek ayrı, O'nun sonsuz güç ve aklını, bilgisini, her an herşey üzerindeki hakimiyet ve kontrolünü, azabından hiç kimsenin bir garantisi olmadığını bilip hissetmek ve O'ndan gücünün yettiği kadar korkup-sakınmak ayrı şeylerdir. Şeytan da Allah'ın varlığından kesin olarak emindir. Fakat isyankardır. Kuran'da Allah'ın var olduğunu kabul eden, ancak O'nu gereği gibi takdir edemeyip isyankar olan kimselerden şöyle söz edilir:
“De ki: “Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan (insanlara ve hayvanlara görme ve işitme imkânı sağlayan) kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve (bu muhteşem kâinattaki bütün) işleri evirip-çeviren kimdir?” Onlar: 'Allah' diyeceklerdir. Öyleyse de ki: “Peki siz yine de korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakınmayacak mısınız?”
“İşte bu (hükümleri koyan), sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Öyleyse Hakk’tan sonra sapkınlıktan başka ne vardır? Buna rağmen, nasıl hâlâ çevriliyor ve dönekleşiyorsunuz? (Siz Yüce Hâlık’tan ve halktan hiç utanmaz mısınız?)”
“İşte böylece Rabbinin o fasık (ve münafık) kimseler üzerindeki “Onlar asla iman etmezler” sözü de gerçekleşmiş olacaktır.” (Yunus Suresi, 31-33)
“Andolsun onlara: "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette: "Allah" diye (yanıtlayacaklardır). Öyleyse nasıl olur da (iman ve itaatten) çevriliyorlardı?” (Zuhruf Suresi, 87)