SİYONİZM NEYİ HEDEFLER?
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Avusturyalı Yahudi gazeteci Theodor Herzl tarafından dünya gündemine getirilen Siyonizm, pek çok kaynakta Yahudiler için bağımsız bir devlet kurmayı amaçlayan meşru bir ulus-devlet ideolojisi olarak nitelendirilmektedir. Ancak gerek bugüne kadar yapılan uygulamalar, gerekse Siyonist liderlerin kendi açıklamaları Siyonizmin pek çok Yahudi için bunun ötesinde bir anlam ifade ettiğini göstermektedir.
Theodor Herzl ve beraberindekiler çoğunlukla Allah'a ve dine iman etmeyen kişilerdir. Onlar Yahudiliği bir inanç olarak değil, sadece bir ırk olarak görüyorlardı. Onlara göre Yahudiler, diğer Avrupa ırklarından farklı bir ırktılar, bu nedenle de onlardan ayrılmalı ve kendilerine ait topraklarda yaşamalıydılar. Yahudiler için aradıkları toprakların neresi olacağını düşünürken de, Yahudilerin kutsal değerlerini göz önünde bulundurmamışlardı. Hatta Siyonizmin kurucusu olan Theodor Herzl'in "Uganda Planı" adıyla tanınan projesine göre, Herzl ilk önceleri Uganda'yı ideal vatan olarak düşünmüştü. Filistin'e ise daha sonra karar vermişti. Filistin'in seçilmesindeki temel neden ise kutsal değerler değil, bu toprakların Yahudilerin tarihi toprakları olduğu düşüncesiydi.
Siyonistler diğer Yahudilerin de, kendilerinin din ahlakına uygun olmayan görüşlerini benimsemeleri için çalışmalar başlattı. Dünya Siyonist Örgütü, Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı pek çok ülkede "Yahudilerin diğer milletlerle birarada huzur içinde yaşamasının mümkün olmadığının", "Yahudilerin ayrı bir ırk olduklarının", "dolayısıyla kendilerine ait bir vatana göç etmeleri gerektiğinin" propagandasını yapıyordu. Pek çok Yahudi topluluğu bu çağrıları dinlemedi.
İsrailli devlet adamı Amnon Rubinstein'ın da ifade ettiği gibi; "Siyonizm, Yahudilerin kutsal topraklarına ve sinagoga karşı başlatılmış bir başkaldırı idi."15 Siyonist ideolojiyi kınayan ve eleştiren pek çok Yahudi vardı. Dönemin önde gelen din adamlarından Haham Hirsch ise Siyonizmin gerçek planını şöyle ifade ediyordu:
"Siyonizm Yahudileri yalnızca bir millet olarak tanımlamak istiyor... bu bir sapkınlıktır."16
Ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy ise konuyla ilgili olarak şunları söylüyordu:
Dindar Yahudilerin en önemli düşmanlarından biri, 19. yüzyılın ırkçı ve sömürgeci Avrupası'nda ortaya çıkan aşırı milliyetçi, ırkçı ve sömürgeci bir ideoloji olan Sİyonizmdi. Batı'daki sömürgeci hareketleri ve milletlerin bir diğeriyle savaşmasını teşvik eden bu mantık, bir intihar mantığıdır. İsrail her üç İlahi dinin temeli olan Hz. İbrahim'in inancına dönmediği müddetçe, gerçek bir Ortadoğu barışının gerçekleşmesi veya İsrail'in geleceğinin güvence altına alınması mümkün değildir. (Samizdat, June 1996)
Görüldüğü gibi Siyonizm dünya siyaset sahnesine ırkçı ve Yahudilerin diğer milletlerle birarada yaşayamayacağı yanılgısını savunan bir ideoloji olarak çıktı. Bu çarpık bakış açısı önce diasporada yaşayan Yahudiler için büyük sorunlara neden oldu. Daha sonra da Ortadoğu'da yaşayan Müslümanlara -İsrail'in işgalci ve baskıcı politikaları nedeniyle- kan, ölüm, terör ve yokluğu getirdi.
Kısaca, Siyonizm aslında dini değerlerden değil seküler felsefelerden kaynak bulan bir ideolojidir. Ne var ki diğer bazı aşırı milliyetçi hareketlerde görüldüğü gibi, Siyonizm de bazı dini değerleri kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaya kalkışmıştır.
Tevrat'ın Siyonistler Tarafından Yanlış Yorumlanması
"Gerçek şu ki, Biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik.." (Maide Suresi, 44) ayetiyle bildirildiği gibi. Tevrat, Allah'ın Hz. Musa'ya vahyetmiş olduğu kutsal kitaptır. Ancak Kuran'da Tevrat'ın sonradan tahrif edilmiş olduğu da bildirilmektedir. Dolayısıyla bugün mevcut olan Tevrat, "Muharref Tevrat"tır.
Ne var ki, Tevrat detaylı olarak incelendiğinde içerisinde hak dine ait bazı hükümlerin korunmuş olduğu da açıkça görülecektir. Allah'ın varlığına ve birliğine iman, tevekkül, şükür, Allah korkusu, Allah sevgisi, adalet, sabır, merhamet, zulme ve haksızlığa karşı olmak gibi gerçek din ahlakına dair inanç ve erdemler Tevrat'ta da korunmuştur. Bununla birlikte, tarih içinde yaşanan bazı savaşlar ve bu savaşlarla ilgili bilgiler de Tevrat'ta yer almaktadır. Eğer bir kimse -gerçekleri saptırarak- yaptığı zulüm, katliam ve işlediği cinayetler için kendince meşruiyet oluşturmak istiyorsa, kolaylıkla Tevrat'ta yer alan bu tarihi bilgileri kullanabilir. İşte Siyonizm de faşist terörünü sözde meşrulaştırmak için bu yönteme başvurmaktadır ve bunda da oldukça başarılı olmaktadır. Filistinli masum halka karşı yürütülen katliamları kendilerince açıklamak için Sİyonistler bugün de hala Tevrat'ta yer alan bu pasajları öne sürmektedirler. Şüphesiz bu son derece samimiyetsiz bir tavırdır.
Siyonizmin temel dayanak noktalarından birisi de Allah'ın Yahudilere bir dönem vermiş olduğu "seçilmiş"lik vasfıyla ilgili ayetleri art niyetli yorumlamalarıdır. Bu konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulur:
Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir dönem) alemlere üstün kıldığımı hatırlayın. (Bakara Suresi, 47)
Andolsun, Biz İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdık ve onları alemlere üstün kıldık. (Casiye Suresi, 16)
Ayetlerde, Allah'ın bir dönem Yahudilere nimetler verdiği ve yine bir dönem onları diğer milletlere hakim kıldığı anlatılmaktadır. Ancak bu ayetlerde radikal Yahudilerin anladığı anlamda bir 'seçilmişlik' ifade edilmemektedir. Birçok peygamberin bu soydan gelmiş olmasına ve Yahudilerin bir dönem geniş topraklarda hakimiyet kurmuş olmalarına işaret edilmektedir. Ayetlerde yönetimde olmaları nedeniyle 'bir dönem alemlere üstün kılınmaları' anlatılmaktadır. Daha sonra Yahudilerin bu özellikleri sona ermiştir.
Seçilmişlik, Kuran'da peygamberler ve kendilerine hidayet verilen kullar için kullanılmaktadır. Ayetlerde elçilerin seçildikleri, doğru yola iletildikleri ve Allah'ın onlara nimet verdiği ifade edilmektedir. Bu konuyla ilgili bazı ayetler şu şekildedir:
Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir. (Bakara Suresi, 130)
Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden, kimini (bunlara kattık); onları da seçtik ve dosdoğru yola yöneltip-ilettik. Bu, Allah'ın hidayetidir; kullarından dilediğini bununla hidayete erdirir. Onlar da şirk koşsalardı, elbette bütün yapıp-ettikleri 'onlar adına' boşa çıkmış olurdu. Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir. Eğer bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, Biz buna (karşı) inkara sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır. (En'am Suresi, 87-89)
İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah')ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. (Meryem Suresi, 58)
Ancak radikal Yahudiler, Muharref Tevrat'ta bulunan bazı sapkın açıklamalar nedeniyle seçilmişliği bir ırk özelliği gibi görmüşlerdir. Bunun sonucunda da, her Yahudi'nin doğuştan bir üstünlük sahibi olduğuna ve İsrailoğullarının tüm diğer kavimlerden ebediyen üstün sayıldıklarına dair çarpık bir anlayış geliştirmişlerdir.
Bu bakış açısının ikinci büyük çarpıklığı ise, söz konusu üstünlük iddiasını 'diğer milletlere vahşet uygulama emri' gibi göstermesidir. Siyonistler bunun için Talmud'da (Yahudilerin Tevrat tefsiri olarak kabul ettikleri kutsal metinleri) yer alan bazı açıklamaları kaynak olarak kullanmaktadırlar. Buna göre Yahudilerin diğer milletlerden ve dinden insanları aldatmaları, mallarını ve mülklerini yağmalamaları ve hatta gerektiğinde kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere onları katletmeleri olağandır. Oysa tüm bunlar gerçek dine aykırı zulümlerdir. Allah insanlara adaleti, dürüstlüğü, mazlumun hakkını korumayı, barışı ve sevgiyi emretmiştir.
Üstelik Siyonistlerin kendilerine rehber edindikleri bu açıklamalar, yine Muharref Tevrat'ta yer alan diğer açıklamalarla da çelişmektedir. Muharref Tevrat'ta şiddetin ve zulmün kınandığına dair açıklamalar da vardır. Ancak ırkçı bir ideoloji olan Siyonizm bunların hepsini göz ardı ederek kin ve öfkeye dayalı bir inanış oluşturmuştur. Samimi olarak Allah'a iman eden Yahudilerin de Siyonist ideolojinin etkisi altında kalmak yerine, kitaplarında yer alan bu açıklamalara uymaları daha doğru olacaktır. Muharref Tevrat'da barışın, sevginin, merhametin ve güzel ahlakın övüldüğü açıklamalardan bazıları şu şekildedir:
Hükümde haksızlık etmeyeceksiniz; fakirin hatırını sayacaksın, ve kudretlinin hatırına itibar etmeyeceksin; ve komşuna adaletle hükmedeceksin. Kavminin arasında çekiştiricilik edip gezmeyeceksin; komşunun kanına karşı ayağa kalkmayacaksın; ben RAB'IM... Öç almayacaksın, ve kavminin oğullarına kin tutmayacaksın; ve komşunu kendin gibi seveceksin; Ben RAB'IM. (Levililer, Bab 19, 15-17)
Ey adam, iyi olanı sana bildirdi; ve hak olanı yapmak, ve merhameti sevmek, ve Allah'la alçak gönüllü olarak yürümekten başka Rab senden ne ister? (Mika, Bab 6, 8)
Katletmeyeceksin. Zina etmeyeceksin. Çalmayacaksın. Komşuna karşı yalan şehadet etmeyeceksin. Komşunun evine tamah etmeyeceksin; (Çıkış, Bab 20, 13-17)
Kuran'a göre de savaş temelde savunma amacına yöneliktir. Bir topluma karşı savaş açılmış olsa da, bu savaş sırasında masumların hayatı ve hukuku mutlaka korunmalıdır. Kadınların, çocukların ve yaşlıların katledilmelerine yönelik bir emir dine ait olamaz, ancak din adına uydurulmuş hurafelere ait olabilir. Allah Kuran'da hem bu gibi bozgunculukları lanetlemiş hem de bütün insanların Allah Katında eşit olduklarını, üstünlüğün ırka, soya veya herhangi bir dünyevi değere göre değil, Allah'a yakınlık ve sevgiye yani takvaya göre olduğunu belirtmiştir:
Ey insanlar gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, yada soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Siyonizmin barbar ve acımasız bir ideoloji olmasının ikinci bir nedeni ise, 19. yüzyıl Avrupası'na hakim 'sömürgecilik' ideolojisine bağlı olmasıdır. Sömürgecilik, sadece siyasi ve ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda bir ideolojidir. Batı'nın sanayileşmiş milletlerinin, bu alanda geride kalmış olan milletleri sömürme, onların topraklarını işgal etme hakkını taşıdıklarına, bunun sözde 'milletler arası yaşam mücadelesi'nin doğal bir sonucu olduğuna inanan söz konusu ideoloji, Sosyal Darwinizm'in bir ürünüdür. Bu ideoloji çerçevesinde, İngiltere, Hindistan, Güney Afrika ve Mısır'ı sömürgeleştirmiş; Fransa, Hindiçini'ni, Kuzey Afrika'yı ve Guayana'yı kolonileştirmiştir. Siyonistler ise bu örneklerden esinlenerek Filistin'i Yahudiler adına sömürgeleştirmeye karar vermişlerdir.
Ancak Siyonist sömürgecilik, İngiliz veya Fransız sömürgeciliğinden daha kötüdür. Çünkü İngiliz ve Fransızlar, kolonileştirdikleri ülkelerin halklarına (kendilerine boyun eğmek şartıyla) yaşam hakkı tanımışlar, hatta bu ülkelere eğitim, adli yönetim, alt yapı alanlarında bazı katkılarda dahi bulunmuşlardır. Ama ileride de göreceğimiz gibi, Siyonizm Filistin halkına yaşam hakkı tanımamış, onlara karşı "etnik temizlik" uygulamış, kendi idaresi altında yaşattığı Filistinlilere en ufak bir katkı sağlamamış, uygun deyimle topraklarına "tek bir tuğla" dahi dikmemiştir.
Siyonist İddiayı Yalanlayan Yahudiler
Sömürgeci, Sosyal Darwinist ve ırkçı bir ideoloji olan Siyonizmin bir diğer özelliği, gerçek dışı propaganda temalarına dayanmasıdır. Bu temaların belki de en önemlisi, 'topraksız bir halk için halksız bir toprak' sloganıdır. Bunun anlamı, 'topraksız bir halk' olarak tanımlanan Yahudilere, 'halksız bir toprak' olarak tanımlanan Filistin'in verilmesi gerektiğidir. Bu slogan, Dünya Siyonist Örgütü tarafından 20. yüzyılın ilk yirmi yılında ısrarla kullanılmıştır. Amaç, başta İngiltere olmak üzere Batılı devletleri ve bu devletlerin kamuoyunu, Filistin'in Siyonizme sunulmasına ikna etmektir. Nitekim bu ikna kampanyası sonucunda İngiltere 1917 yılında ünlü Balfour Deklarasyonu'yla "Majestelerinin Hükümeti'nin Filistin'de bir Yahudi vatanı kurulması fikrinden yana olduğunu" ilan etmiştir.
Oysa 'topraksız bir halk için halksız bir toprak' sloganı gerçek dışıdır: Siyonizm doğduğu dönemde ne Yahudiler "topraksız"dır, ne de Filistin 'halksız'...
Yahudiler topraksız değillerdi, çünkü büyük bölümü dünyanın farklı ülkelerinde güvenlikli ve huzurlu bir yaşam sürüyordu. Özellikle sanayileşmiş Batı ülkelerindeki Yahudi cemaatlerinin hayatlarından hiçbir şikayetleri yoktu. Çoğunun, yaşadıkları ülkeyi terk edip Filistin topraklarına göç etmek akıllarına bile gelmiyordu. Niketim bu gerçek Siyonistlerin "Filistin'e göç" çağrılarının büyük ölçüde cevapsız kalmasıyla ortaya çıkacaktı. İlerleyen yıllarda söz konusu anti-Siyonist Yahudiler, kurdukları çeşitli dernekler yoluyla Siyonizme karşı aktif bir direniş başlatacaklardı.
Çeşitli siyasi manevra ve girişimlerle Filistin topraklarının önce İngiltere'nin denetimine bırakılmasını ve bölgeye Yahudi göçünü serbestleştirmeyi sağlayan, daha sonra Balfour Deklarasyonu ile mücadelelerine resmi destek alan Siyonistler, Yahudilerin göçe isteksiz olmaları karşısında oldukça zor durumda kalmışlardır. Chaim Weizmann'ın şu sözleri Siyonistlerin içinde bulundukları durumu ifade etmesi açısından oldukça çarpıcıdır:
Balfour Deklarasyonu şimdi yürürlükte... Son on yıldır her gün her saat gazeteleri açtığımda hep aynı şeyi düşünüyorum; "Bir dahaki rüzgar nereden esecek?" Her an İngiliz Hükümeti'nin bana gelip, 'Söyle bize Siyonist Organizasyon nedir? Nerede sizin Siyonistleriniz?' demelerinden endişe ediyorum. Yahudilerin bize karşı olduğunu biliyorlardı. Bizler küçük bir adanın üzerinde tek başına ayakta kalmaya çalışan bir avuç Yahudiyiz.17
Bu durum Siyonistlerin kendi ırkdaşlarını, gerektiğinde onlara karşı zor da kullanarak, Filistin'e getirebilmek için özel çalışmalar yapmalarına neden oldu. Yahudileri yaşadıkları ülkelerde rahatsız etmek, antisemitlerle işbirliği yaparak çeşitli hükümetlerin kendi ülkelerinde yaşayan Yahudileri göçe mecbur etmelerini sağlamak gibi taktiklere başvurdular. (Detaylı bilgi için Bkz, Harun Yahya, Soykırım Vahşeti, Vural Yayıncılık, 2002) Böylece Siyonizm, bizzat kendi halkını rahatsız eden, kendi halkına korku ve terör getiren bir hareket olarak gelişti.
Ancak kuşkusuz Siyonistler, asıl büyük zulmü, Filistin'e "topraksız halk" derken, yok saydıkları Filistinli Müslümanlara yaptılar. Siyonizm, Filistin'e girdiği günden itibaren Filistinli Müslümanları gerçekten 'yok' edebilmek için çalıştı. Ülkeye Siyonist idealler doğrultusunda veya antisemitizm korkusuyla göç eden Yahudilere 'yer açmak' için, Müslümanlar sürekli olarak sıkıştırıldı, sürüldü, topraklarına ve evlerine el kondu. İsrail'in kurulmasıyla birlikte hızlanan bu işgal ve sürgün hareketi, yüz binlerce Müslümanın hayatına mal oldu. Ve halen yaklaşık 3,5 milyon Filistinli Müslüman, mülteci olarak son derece zor koşullar altında, hayatta kalma mücadelesi vermektedir.
1920'li yıllardan itibaren, Siyonistlerin organize ettiği Yahudi göçü, Filistin'deki nüfus oranını aşama aşama değişikliğe uğratmış ve o dönemden beri dinmek bilmeyen çatışmaların da en önemli nedeni olmuştur. Yahudilerin nüfusundaki artışı gösteren istatistikler bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu rakamlar, söz konusu topraklar üzerinde yasal hiçbir hakkı bulunmayan, bölgeye dışarıdan giren sömürgeci bir gücün, asırlardır bu topraklarda yaşayanların haklarını nasıl gasp ettiğinin önemli bir göstergesidir.
1920-1929 tarihleri arasında Filistin'e göç eden Yahudi sayısı 100 bine ulaşmıştı.18 O dönem toplam Filistin nüfusunun 750 bin civarında olduğu göz önünde bulundurulursa, 100 bin pek de az bir rakam sayılmazdı. Göç tam anlamıyla Siyonist organizasyonların kontrolü altında gerçekleşiyordu. Filistin topraklarına adım atan Yahudiler, Siyonist gruplar tarafından karşılanıyor, nerede kalacakları ve nasıl bir işte çalışacakları da yine onlar tarafından belirleniyordu. Filistin'e göç Siyonist yöneticiler tarafından türlü yardımlarla teşvik ediliyordu. Hem Filistin toprakları dahilinde, hem de Avrupa ve Rusya'da yapılan yoğun çalışmalar neticesinde, Filistin'deki Yahudi nüfusu ve yerleşim alanları hızlı bir ilerleme kaydetti. Özellikle Nazilerin Almanya'da iktidara gelmesiyle birlikte bu ülkedeki Yahudiler giderek artan bir baskı altına alındılar ve bu da Filistin topraklarına olan Yahudi göçüne bir anda büyük bir ivme kazandırdı. Tarihin gizli kalan bir gerçeği, Nazilerin bu Yahudi aleyhtarı baskısının Siyonistler tarafından desteklenmiş olmasıydı. (bkz. Harun Yahya, Soykırım Vahşeti, Vural Yayıncılık)
1920'lerde 100 binde kalan göçmen sayısı, resmi kayıtlara göre 1930'larda 232 bine ulaştı.19 1939'a gelindiğinde toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 bini Yahudi idi. Bundan yirmi yıl önce %10'dan daha az olan nüfus oranı, 1939'da %30'a ulaşmıştı. Nüfusla birlikte Yahudi yerleşim alanları da büyük bir hızla genişledi. 1939'da Yahudilerin sahip oldukları toprak miktarı 1920'li yıllarla kıyaslandığında iki katına çıkmıştı.
1947 yılına gelindiğinde ise Filistin'de 630 bin Yahudi, 1 milyon 300 bin Filistinli vardı. BM tarafından Filistin'in taksim edildiği 29 Kasım 1947'den İsrail Devleti'nin kurulduğu 15 Mayıs 1948'e kadar Siyonist terör örgütleri, Filistin topraklarının dörtte üçünü ele geçirdi. Bu esnada Filistin köylerine yapılan baskınlar ve katliamlar sonucunda 500 kadar kent, kasaba ve köyde yaşayan 950 bin Filistinli'nin sayısı 138 bine düştü. Bunların bir bölümü öldürülmüş, bir bölümü de sürgün edilmişti.20
Ünlü İsrailli revizyonistlerden Ilan Pappe, 1948'lerde İsrail'in izlediği işgal politikasını anlatırken, Arapları Filistin'den sürmek için yazılı olmayan gizli bir Siyonist planın varlığından söz eder. Buna göre kendi istekleri ile topraklarını Siyonistlere bırakmayan veya onlara teslim olduklarını gösteren beyaz bayrağı çekmeyen kasabalar, Siyonist askeri birlikleri tarafından işgal edilecek, yıkılacak ve yerli halk yurtlarından sürülüp çıkarılacaktır. Bu karar uygulanmaya başlandıktan sonra sadece 4 kasaba beyaz bayrak çekmeye fırsat bulmuştur, diğer tüm kasaba ve köyler silah zoru ile boşaltılmıştır21.
Bu şekilde 1948-49 yılları arasında yaklaşık 400 Filistin köyü haritadan silindi. Filistinlilerin geride bıraktıkları mallarına ise "Ülke Dışında Yaşayan Mal Sahiplerinin Mülkleri Yasası" ile Yahudiler tarafından el konuldu. 1947'den önce Filistin topraklarının %6'sına sahip olan Yahudiler, İsrail Devleti resmen kurulduğunda tüm toprakların yaklaşık %90'ını ele geçirmişlerdi.22
Gelen her Yahudi kafilesi, Müslüman Filistin halkı için yeni bir zulüm, baskı ve şiddet anlamı taşıyordu. Çünkü Siyonist örgütler yeni gelenleri yerleştirmek için Filistin halkını asırlardır yaşadıkları topraklarından baskı ve zor kullanarak sürüp çıkartıyorlar ve onları çölde yaşamaya mahkum ediyorlardı. Göçmen Dairesi Başkanı Joseph Weitz, 1940'da yaptığı bir konuşmada Siyonistlerin Filistin halkına bakış açısını şöyle dile getirmişti:
Şu anda bu topraklar üzerinde iki ayrı halka yer yoktur. Araplar varken bu ülkede bağımsız bir halk olarak var olmamız mümkün değildir. Tek çözüm Büyük İsrail'dir, en azından batı bölgesinde hiç Arap bulunmayan bir Büyük İsrail. Ve bunun için Arapları komşu ülkelere sürmek dışında başka hiçbir seçenek yoktur. Hepsini sürmeliyiz, Arapların olduğu tek bir kasaba, tek bir köy bile kalmamalı, hepsini Irak'a, Suriye'ye ve Transjordan'a (bugünkü Ürdün) sürmeliyiz.23
Dönemin Tel Aviv Belediye Başkan adayı General Shlomo Lahat'ın seçim kampanyasını yürüten Heilburn ise, "Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz" diyordu.24
İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte hızlanan Yahudi akınları, Filistin halkının daha da bilinçlenmesine ve bu haksız uygulamaya karşı direnişe başlamalarına neden oldu. Ancak yapılan her direniş hareketi, İngiliz kuvvetleri tarafından oldukça şiddetli bir şekilde bastırıldı. Filistin halkı bir yandan Siyonist terör örgütlerinin, diğer yandan İngiliz askerlerinin baskısı altında kalıyor, çift taraflı bir kuşatma altında tutuluyordu.
İngiliz mandası döneminde bağımsızlıkları için mücadele eden 1.500'den fazla Müslüman, İngiliz askerleri tarafından düzenlenen saldırılarda öldürüldü. Bu dönem boyunca pek çok Filistinli, Yahudi işgaline karşı geldikleri için yine İngiliz Mandası tarafından gözaltına alındı. İngiliz yönetiminin baskısı, Filistinli Müslümanlar açısından oldukça zorlu günler yaşanmasına sebep oluyordu. Ancak Siyonist örgütlerin estirdiği terör, İngilizlerin katılığı ile kıyaslanamayacak kadar acımasızdı. Özellikle İngiliz mandasının sona ermesiyle birlikte patlak veren Siyonist vahşet, köylerin basılıp yakılmasını, çocuk, kadın, yaşlı denilmeden masum halkın kurşuna dizilmesini, masum insanlara inanılmaz işkenceler uygulanmasını, kadınlara ve kız çocuklarına tecavüz edilmesini içeriyordu.
Bu zulme ve baskıya dayanamayan yaklaşık 850 bin Filistinli Müslüman, 1948'de evlerini ve yurtlarını geride bırakarak Batı Şeria ile Gazze Şeridi bölgesine ve Lübnan ve Ürdün sınırına yerleşti. Bugün hala bu bölgelerdeki mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerin sayısı yaklaşık bir milyondur. Toplam 3.5 milyon Filistinli ise vatanlarından uzakta mülteci olarak yaşamlarını sürdürmektedir.
Günümüzde mülteci kamplarındaki Filistinliler, en temel ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlanmakta, elektriği ve suyu İsrail izin verdiği müddetçe kullanabilmekte, geçimlerini sağlayabilmek için kilometrelerce yol gidip oldukça düşük maaşla çalışmaktadırlar. İşlerine gitmek veya yakın bir mülteci kampında yaşayan akrabalarını ziyaret etmek için yola çıkan Müslüman halk için 10-15 dakikadan uzun sürmeyecek yolculuklar tam bir kabusa dönüşmektedir. Çünkü sık aralıklarla kurulmuş olan kontrol noktalarında Filistinliler sürekli kimlik kontrolünden geçmekte ve her kontrolde sözlü ve fiili tacize uğramakta, hor görülüp, aşağılanmaktadırlar. Müslüman halk için pasaportları olmadan bir noktadan bir noktaya ulaşmak mümkün değildir. Üstelik İsrail askerleri zaman zaman 'güvenlik' gerekçesiyle yolları kapadığı için çoğu zaman işlerine, gitmek istedikleri yerlere ve hatta hasta olmalarına rağmen hastaneye bile gidememektedirler. Tüm bunların yanı sıra mülteci kamplarında yaşayan halk her gün bombalanma, öldürülme, yaralanma veya tutuklanma korkusu içinde hayatına devam etmektedir. Çünkü sadece yukarıda saydığımız koşular değil, kampların çevresindeki fanatik Yahudilerin bulunduğu yerleşim birimleri de Müslüman halk için ciddi bir tehdit unsurudur. Müslüman halk sık sık bu birimlerde yaşayan fanatik Yahudilerin silahlı saldırılarına veya tacizlerine maruz kalmaktadır.
Elbette bir insanın yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalması ve yurdundan sürülüp çıkarılması, beraberinde pek çok zorluğu da getirmektedir. Ancak bu Allah'ın bir sünnetidir. Tarih boyunca pek çok Müslüman topluluk inkarcılar tarafından türlü baskılara, işkencelere ve tehditlere maruz kalmış, yurtlarından sürülmüştür. Bir ülkede iktidarı ele geçiren zalim yöneticiler veya kavimler, sadece iman ettikleri veya farklı bir soydan geldikleri için masum halkları yurtlarından sürüp çıkarmışlardır. Müslümanların yaşadığı pek çok ülkede olduğu gibi, Filistin halkı üzerinde de Kuran ayetleri tecelli etmektedir. Ancak Allah her zaman sabreden ve yaşadığı zorluklara rağmen yılgınlığa kapılmayıp güzel ahlak gösterenlerin yardımcısıdır. Allah ayetinde şu şekilde buyurur:
... İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp-çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu) Allah Katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O'nun Katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195)
Dolayısıyla er ya da geç tüm Filistin halkının huzur, güvenlik, barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı günler gelecektir. Bu ise ancak Kuran ahlakının insanlar arasında yaygınlaşmasıyla mümkün olacaktır. Çünkü Kuran'da insanların hayır yapmak için birbiriyle yarıştığı, barışı savunduğu, affedici ve hoşgörülü olduğu, sevgiyi, saygıyı ve merhameti ön planda tuttuğu bir ahlak tarif edilmektedir. Kuran ahlakının yaşandığı bir ortamda şiddetin, kavganın, çatışmanın barınması mümkün değildir. Dahası, Kuran ahlakı hakkıyla yaşandığında, Müslümanların arasındaki dayanışma artacak ve zulme karşı hep birlikte fikri mücadele etme gücüne kavuşacaklardır. Bu nedenle Kuran ahlakının yaşanması, yalnızca Filistin'de değil, dünyanın dört bir köşesinde yaşanan zülümlerin de sona ermesinin yolunu açacaktır. Burada bizlere düşen sorumluluk ise bu ahlakın yaygınlaşması için göstereceğimiz çabadır.
NOT: Bu yazı Prof.Dr.Necmettin ERBAKAN öncülüğünde hazırlanan "FİLİSTİN" kitabından derlenmiştir.